top of page

Habil'le Kabil'in Ülkesi SURİYE

  • filiztanya
  • 12 Şub 2015
  • 11 dakikada okunur

Suriye dendiğinde eskiden uzak bir ülke gelirdi aklımıza ama şimdi her gün haber aldığımız bir dost gibi.

Önce vizeleri kaldırdık el sıkıştık, sonra ticari ilişkiler vs. gelişti. Ama güneydoğuya gittiğinizde, Antakya’ya, Antep’e, Urfa’ya Mardin’e, Nusaybin’e vardığınıza telin öteki tarafıdır Suriye. Aramızdan bir tren geçer düdüğünü öttürerek yolu Hicaz’a dır.

Hatta Nusaybin’den baktığınız da Suriye’li insanlarla selamlaşabilirsiniz. Bağişlayın Suriye’li dedim ama oradaki insanlar zaten birbirleriyle akrabalar. Yani sınırın bu tarafındakilerle, Suriye tarafındakiler. Aynı toprağın insanları hepsi, aynı dili konuşur aynı göğün altında yatarlar. Araya dikenli teller çekip topraklara mayın döşedikten sonra aileleri bölüp bu tarafta kalanlara Türkiye’li, karşı tarafta kalanlara Suriyeli demişiz. İki taraf da aynı insanların toprağı, Mezopotamya toprağı. Bir zamanlar sınırların olmadığı, mayınların olmadığı, başakların boy attığı topraklar şimdilerle ayak basanı uçuruyor, ayaksız bırakıyor.

Geçtiğimiz günlerde yaptığım yolculukta Suriye sınırı boyunca Nusaybin’e kadar gitmiştim. Her tarafımız uçsuz bucaksız verimli topraklarla kaplı. Sağ tarafımızda yolla birlikte uzayan dikenli teller, askerler, gözcü kuleleri ve mayın döşeli arazi. Yol uzadıkça sınırda uzuyor sınırın öteki tarafında tren yolu var ta Hicaz’a (Şam) kadar gider. Oradan da çöle uzanır Medine’ye kadar gider. Bu tren yolu ta Osmanlıdan kalma. Sultan Abdülhamit Hacıların Medine’ye kadar güvenli gidebilmeleri için Hicaz ve Medine arasında tren yolu döşemiş. O zamanlar Hicaz ve Medine arası 40-50 günde alınırmış.

Nusaybin’e gittiğimde Suriye’ye açılan sınır kapısının önünde durduğumda etraftaki çocuklar uyarmışlardı “yasaktır, abla yasaktır”.

Eğer vizeniz yoksa sınır kapısının ardına bile bakmamız yasaktı. Halbuki Nusaybin’de bir şehir ikiye bölünmüş gibi. Şehrin yarısı burada yarısı karşıda. İnsanlar Şehrin Suriye’de kalan kısmına yürüyerek geçiyorlardı. Telin iki tarafındaki insanlarda aynı dili konuşuyorlar, hepsi birbirine akraba. Her bayram televizyonlarda görürüz bayramlaşma krizini. Sınırlarda biriken, birbirlerine kavuşmaya çalışan insanlar yüreğimizi burkar.

Büyüklerimiz Suriye ile aramızdaki vizeyi kaldırınca teller arkasından gördüğüm Suriye’ye gitmek için Antep’e doğru yola çıktım. Bir grup arkadaş Antep’te buluşup küçük bir minibüsle Öncüpınar sınır kapısından Suriye’ye giriş yaptık. Sınır kapısından çıkış yaptığımız da bizi ilk karşılayan Beşir Esad’dı. Suriye kapısında kocaman bir fotoğrafı

vardı, el sallıyordu. Biz ilk kez gördüğümüz için hemen önünde anı fotoğrafı çektirdik. O fotoğraftan çeşit çeşit her yerde göreceğimizi bilmiyorduk.

Yolumuz Şama doğru, yolculuğumuz bütün gece sürecekti. Sabaha karşı bir yerde mola verdik. Hava henüz aydınlanmamıştı. Büyük bir caminin önünde durmuştuk. Camiden büyük bir kalabalık çıkıyordu; kadınlar ve erkekler. Rehbere sordum “bu kadar çok insan sabah namazını

camide mi kılıyor?”. Evet her gün o kadar kalabalık, sabah namazı için camiye geliyormuş.

Sabahın ilk ışıkları günümüzü aydınlattığında, uçsuz bucaksız, sarı toprak rengi bir çöl gibi bir düzlükte yol aldığımızı gördüm. Çöl bu muydu? Tam çöl sayılmazmış geçtiğimiz yerler. Ufak tefek bitki örtüsü var, Suriye çölleri doğuda imiş. Ve ülkenin üçte ikisi bu çöllerle kaplıymış. Ben doğruca Şam’a gittiğimizi sanıyordum ama ilk durağımız Malula imiş.

Malula, denizden yaklaşık olarak 1500 metre yüksekliğinde, Başkent Şam’ın kuzey doğusunda elli altı km uzaklıkta Kalemun dağlarının kayalıklarında müthiş ve büyülü bir şekilde oyulmuş efsane şehir. Malula Hıristiyanlar için çok önemli bir merkez. Bu efsane şehrin insanları

dünyanın en eski dillerinden sayılan adı Arami olan Hz. İsa’nın diliyle konuşuyorlar. Arami dili Ortadoğu’daki hakimiyetini MÖ 1. yüzyıldan MS 7. yüzyıla kadar sürdürmüş. Bu dili günümüzde dünyada Malula’lılardan başka kimse konuşmuyormuş. Burası hala Hz. İsa’nın

dilini koşuşan bir yermiş. Yani unutulan bir dilin konuşulduğu yer.

Malulua’ya vardığımızda şaşıp kaldım. Her yer sapsarı, kaya ve boş toprak. Burada yaşayan insanlar ne yer ne içer diye düşünmekten alamıyorum kendimi. Ama daha da şaşırtıcı olan her yer turist otobüsleriyle doluydu, biz küçük minibüsümüzü park edecek yer bulamıyoruz.

“Bayram falan mı” diye soruyorum, “yok burası her zaman böyle” diyor rehberimiz. Hıristiyanlar İsa’nın konuştuğu dilde dua edebilmek için buraya akın ediyorlarmış meğer.

Dünyanın dört bir yanından gelmiş insanlar var. Kiliseye girmekte zorluk çekiyoruz, o kadar kalabalık ki. İçeride bir kız dua okuyor. Birisi de İngilizceye çeviriyor. Bu dilin yazısı yokmuş, yalnızca konuşulan bir dil olarak kalmış günümüze. Etrafta birkaç köy daha varmış bu dili konuşabilen. Duaların okunduğu kiliseden dışarı zor atıyoruz kendimizi. Biraz etrafı dolaşmaya çıktığımız da kayalığın tepesinde büyük bir İsa heykeli görüyoruz. Ve altında yarısı kayalığa oyulmuş bir manastır.

Burası Hıristiyanların yaşadığı küçük bir kasaba, Suriye’de ilk gördüğüm yerin sabah namazında dolup taşan bir cami ve birkaç saat sonrasında gördüğüm yerin de bir Hıristiyan kasabası, olması beni biraz şaşırttı. Çünkü sınırdan içeri girerken “bu ülkede kadınlar kapanmak zorunda mı” diye bile sormuştuk rehbere. Bu ülke bizi daha çok şaşırtacaktı.

Bundan sonraki ilk durağımız Şam. Şam iyi sulanan yer anlamına geliyormuş. Zamanında buralar akarsular arasında beyaz suların fışkırdığı bir yermiş. Şam dünya tarihi boyunca, hiç aralıksız en uzun süre kullanılan şehir olarak anılıyormuş. Tarihin bütün izlerini orada görmek mümkün mü acaba, nasıl bir yerle karşılaşacağımı çok merak ederek girdim Şam Şehrine.

Birinci dünya Savaşının sonunda Fransız Sömürgesi altına girdiğinde çok tahrip edilip yağmalanmış. Şam Şehri de barbarların istilasından bolca nasibini almış.

Yol boyunca rehberimiz bir yandan da bize ülke hakkında bilgiler veriyor. Ülkeye ilk yerleşenler hazret-i Nuh’un oğlu Sam’dan türeyen ve Sami dilini konuşan Sami’lermiş. Suriyeliler, Arabistan, Asya ve Avrupa’dan göç etmiş insanların karışımından meydana gelmişler. Çoğunluğu Sami soyundan gelen Araplar oluştursa da, ülkede Kürtler, Ermeniler,

Türkler, Çerkez ve Asuriler de yaşamaktaymış. Nüfusun yüzde onbeş civarı Hıristiyanlardan oluşuyor bunlar, Katolikler, Ortodokslar, Süryaniler, Monofistler, Protestanlar, Ermeniler, Keldaniler ve

Nesturilermiş.

Müslümanların büyük bir bölümü Sünni imiş. Ayrıca Nusayriler (Arap Alevileri), İsmaililer ve Dürziler de vardır. Çok az sayıda Yezidi, Rafizi ve Şii mevcutmuş. Müslüman nüfusun yaklaşık yüzde onbirini Nusayriler oluşturuyormuş.

Ülkelerinin Hafız Esad döneminde “komünizm”le yönetildiğini, şimdi oğul Beşar Esad’ la birlikte “demokratik”leştiklerini söylüyor. Biraz şaşkınlıkla dinliyorum ama kavramlar arası kargaşa olduğunu düşünüyorum. Oğul Esad sağlığı, eğitimi parasız yapmış. Herkes hastanelerden ücretsiz faydalanıyormuş. “Şimdi siz bile gitseniz hiç para alınmaz” diyor. Rehberimiz Türkçe İngilizce Fransızca biliyor. Şaşırtıcı olan Türkçeyi aksanlı konuşmuyor, İstanbul Türkçesi dediğimiz tarzda düzgün bir diksiyonla konuşuyor. Türkiye ye sık sık geliyormuş, Antep’te

akrabaları varmış. Bizde bu yüzden Suriyelilerle pek yabancılık çekmiyoruz.

Şam’a geldiğimizde kendimizi bir filmde oynuyormuş gibi hissettik. 50-60 lı yıllara ait bir şehirde film çekiyor gibiydik. Keşmekeş trafikte eski model arabalar. Hatta İran üretimi arabalar. Her şey bize nostaljiyi yaşatıyor.

Burada her yerde Osmanlı eserlerini görmek mümkün; Çarşılar, camiler, türbeler, çeşmeler…hatta son Osmanlı Padişahi Vahdettin’in mezarı bile burada. Sürgünde öldüğünde Türkiye’ye kabul edilmeyen son padişahın cenazesi burada toprağa verilmiş.

Şam sokaklarında dolaşırken hem çok yabancıyız, hem de değiliz. İstanbul Eminönü’ndeki Tahtakale’nin ara sokaklarında dolaşıyormuşuz hissine de kapılıyoruz bazen. Eski Şam’dan çıktığımızda karşımıza büyük apartmanlar çıkıyor. Bize bir şeyleri çağrıştırıyor derken rehberimiz açıklıyor:

“komünizm” zamanında eski Sovyetler Birliği ile aramız çok iyi idi, o zamanlar buraya oradan mühendis ve mimarlar getirilmiş. Bu binaların hepsini onlar yapmış”. Bu mahalleler bize eski doğu bloğu ülkelerini hatırlatmıştı ama bir Arap ülkesindeydik. Şam’da Osmanlı izlerine

rastladığımız kadar Sovyet izlerine de rastladık anlayacağınız.

Rehberimiz bizi Şam’ın en büyük çarşısı olan Hamidiye Çarşısına götürüyor. Osmanlı zamanından kalma, bizim kapalı çarşıya benzer çok büyük bir çarşı. Bitiminde Emeviye Camisi var. Bu cami Emeviler zamanında yapılan en büyük cami. Bu caminin yerinde

daha önceden Roma döneminden kalma büyük bir Jüpiter tapınağı varmış. Daha sonra Hıristiyanlık döneminde bu tapınağın yerine Bizans bazilikası (Hıristiyanlığın ilk dönemlerinde görülen dikdörtgen biçiminde kilise) yapılmış.

Şam Müslümanlar tarafından fethedilince şehrin bir kısmı barışarak, bir kısmı kılıçla fethedildiği için (M.S.635), bazilikanın doğu kısmı müslümanlarca fetih hakkı olarak cami, batı kısmı da barış sebebi olarak Hıristiyanlar tarafından kilise olarak kullanılmaya başlanmış.

Şam şehrine doğu tarafından barış yoluyla giren Müslüman komutan Ubeydullah bin Cerrah, şehrin batı tarafından kılıçla harp ederek giren ise Halid bin Velid'dir. Emevi halifelerinden Velid bin Abdülmelik (M.S. 705-715), bu bazilikanın yerine yeni bir cami yaptırmak istemiş.

Yapılacak yeni caminin bilinen bütün camilerden daha büyük, Hıristiyan kiliselerinden daha görkemli olmasını istiyormuş. Ama bunun için bitişikte ki kiliseyi almak lazım gelmiş. Bunun için Hıristiyanları ikna etmesi biraz zor olmuş. O zamanın parası ile çok büyük bir paraya bitişikteki kiliseyi de alarak yeni camiyi M.S. 705-715 yılları arasında inşa ettirmiş. Hatta

Hazineden o kadar büyük bir para çıkmış ki halkın buna tepki gösterdiği de söylenirmiş.

Hz. Alinin Kerbala da öldürülen ailesinden hayatta kalan kızı Hz. Zeynep’de Şam’da yaşamış ve burada hayata veda etmiş. Burada da Zeynep’in makamı denilen bir cami var. Oraya gittiğimizde kapısında bekleyen bir sürü insan gördük. Yalnızca Araplar değil uzak doğulu ve

Afrikalı Şiiler bile vardı. İçeri girdiğimizde kadınlar çığlıkları yeri göğü inletiyordu. Yüzlerini göremediğimiz diğer taraftaki erkekler kendilerini dövüyordu. Hepsi Zeynep’in acılarını yaşıyordu sanki.

Şam’da en çok merak ettiğim yerlerden biride Hicaz tren İstasyonu idi. İstasyon hala tüm görkemiyle ayakta. Şimdi kültür merkezi, kitap satış yeri olarak kullanılıyor. Önünden trenler geçmiyor artık. Şimdilerde yetim kalmış bir istasyon.

Kaysun Tepesi; burası çölün ortasında bir dağ gibi. Şam’ın bekçisi sanki, onun gözcüsü. Kabil’in Habil’i öldürdüğü yer. Yani ilk kan burada dökülmüş. Sonra Kabil kardeşini tepenin eteklerinde bir yere gömmüş. Kardeşin kardeşe düşmanlığı ilk burada başlamış. Bizse kıvrılan

yollardan çıktığımız bu tepenin ne kadar güzel olduğunu düşünüyoruz. Burası şimdi Şam halkının nefes aldığı bir yer. Yazın sıcak akşamlarında buraya gelip serinliyorlar, Şam Şehrini tepeden izliyorlar.

Bense düşünüyorum, ilk kan buradan akmış. Buradan akmış akmış önce Ortadoğu topraklarını, sonra tüm dünya topraklarını sulamış da sulamış. Suriye yine kan ırmaklarının ortasında. Bir tarafında Amerika’nın açtığı oluklardan akan Irak kanı, bir tarafta İsrail’den akan kan nehirleri. Suriye bunların ortasında kalmış, ne yapsa bilmez durumda sanki. Habil’le

Kabilden beri kurumaz kan nehirleri.

Filistin topraklarının işgal edilmesinden sonra bir çok Filistinli Suriye’ye gelmiş. Suriye’de Filistinli mültecilerin yaşadığı yirmibir tane kamp bulunuyor. Bunlardan bir tanesi de Şam’da

bulunan Yermük kampı. Yermük kampında yalnızca Filistin’den değil Golan tepelerinden gelen göçmenlerde var. Bir zamanlar Suriye sınırları içerisinde olan Golan tepeleri İsrail tarafından işgal edilince bir çok kişi topraklarını terk etmek zorunda kalmış.

Golan tepeleri verimli toprakların, su kaynaklarının bol olduğu bir bölge. Kavga da su yüzünden çıkıyor. Suriye ile anlaşamayan İsrail Golan Tepelerini işgal ediyor. Bugün hala bu sorun çözülmüş değil.

Şam’da Yermük Kampına girdiğimizde kendimizi bir mülteci kampında değil de daha çok bir arka mahallede gibi hissettik. Yüksek apartmanların dar sokakların olduğu bir arka mahalle görüntüsü vardı. Burası en büyük kamplardan birisi. Buraya Filistin’den gelen mültecilerin çoğu, Filistin’de iken ticaret yapan, varlıklı insanlarmış. Filistin’de sürdürdükleri hayata

burada da devam etmeye çalışmışlar, yeniden ticaret yapmışlar. Bu kampın diğer bir özelliği Filistin Halk direnişinin en önemli liderlerinin burada yaşamaları.

Suriye seçme ve seçilme hakkı dışında tüm vatandaşlık haklarını vermiş Filistinli mültecilere. Hayatları ne kadar da normal olarak devam etse de hepsinin istediği tek şey var “Filistin’e dönmek”. Hepsi gece olduğunda rüyalarında Filistin’i görüyor.

Bugünlerde Şam sokakları isyanlara sahne oluyor. Yine kan akıyor, oluk oluk kan akıyor. Beşar Esad İsyancıların gözünün yaşına bakmıyor. Şam da rehberimize “Ülkenizin çoğunluğu Sunni, ve siz bir Nusayri (Arap Alevi) Lider tarafından yönetiliyorsunuz. Bu kadar insan

buna nasıl razı geliyor, sorun çıkmıyor mu” diye sorduğumda, biraz imalı “Biz Esad’ı çok seviyoruz, o Nusayri yada Hıristiyan fark etmez, bizde böyle şeyler sorun olmaz, böyle şeyler sizin ülkenizde sorun olur” diye cevap vermişti. Böyle bir soru sorduğum için biraz utanmıştım. İmrenmiştim de Suriyelilere, birbirlerine ne kadar bağlılar diye.

Sokaklarda, resmi dairelerde, otellerde, hatta araba camlarında bile gördüğüm Esad fotoğraflarını daha sonradan tanıdığım bir Suriye’liye sormuştum; “ sokakları, resmi dairleri anlıyorum da, insanlar arabalarının camlarına bile Esad’ın fotoğraflarını asmışlardı. Arabalarının camlarına asmak zorunda değiller, gerçekten bu kadar çok mu seviliyor” diye. O

da bana gülümseyerek cevap vermişti, “çoğu gösteriş ve yaranma duygusundan” demişti.

Değişik dönemlerde üç kez gitme şansım oldu Suriye’ye. Her seferinde çok iyi izlenimlerle ayrıldım.

Bugün 40 yıllık sıkıyönetim kalktı deniliyor. Demek ki sıkıyönetim zamanı da gitmiştim ama hiç yollarda veya başka bir yerde asker yada polis kontrolüyle karşılaşmamıştım. Hatta Şam da Hıristiyan mahallesinde dolaşırken ne kadar rahat olduklarını düşündüm. Sokaklarda köşe

başlarında dışarıda Küçük Meryem heykelleri vardı, küçük dua köşeleri gibi. Sanat galerileri vardı. Kapalı çarşaflı kadınlar ve oldukça rahat giyinmiş kadınlar bir aradaydılar. İlk başta nasıl kıyafet giysek diye endişe etmiştik ama sonradan İstanbul’dan daha rahat bir şehir olduğunu

gördüm. Kimse kimseyle ilgilenmiyordu. Bedevi çadırlarında “Arak” (arap rakısı) bile içtik.

Bir çok Arap ülkesine göre daha istikrarlı görünüyordu. Bir çok insan böyle düşünüyordu ama Esad’ın son günlerdeki isyanları bastırış şekli birden manzarayı değiştirdi. Diğer Arap ülkelerinde yönetimi

Sünni liderler ellerinde bulunduruyordu. Suriye’de ise yönetim bir Nusayri liderin elindeydi. Ülkedeki isyanlara Hıristiyan’ların destek vermedikleri söyleniyor. Bazıları da Amerika Suriye’ye girmek için fırsat kolluyor, diyor.

Aklım çöllere gidiyor, Arabistanlı Lawrenc’a Osmanlının son dönemlerinde Arap halklarını isyan ateşiyle yakıp, batının Mandası olarak kazığa oturtan Lawrence’ı hatırlıyorum. Gerçi onu hala bir kahraman olarak gören Araplar da var ama sonuca bakmak lazım. Arap halkları sömürgesi oldukları batılı devletlerden kurtulabilmek için uzun mücadeleler verdiler. Filistin’in başına gelenler ise malum.

Şimdiler de ise Arap halkları isyanlar içerisinde. Bir çok ülkede isyan bayrakları çekildi göndere. Suriye sessizce izliyordu ama orada da isyan başladı en sonunda. Bazı çevreler Suriyeli Sunni’lerin fırsattan istifade Hama katliamının rövanşını almak istediklerini söylüyor.

1920 Fransız işgali Suriye halkı için büyük bir kaosun ve şiddetin de başlangıcı olmuştu. Fransızlar, Suriye'nin bir parçası olan Lübnan'ı ülkeden kopardılar ve ayrı bir devlet haline getirdiler.

1946 yılındaki bağımsızlığa kadar süren, 26 yıllık şiddet politikası Fransız yönetiminin Cezayir'de, Tunus'ta ve diğer pek çok İslam toprağında yaptığı katliamların bir benzeriydi.

İşgal altındaki Suriye halkı önemli bir direniş hareketi başlattı. Fransızlar on binlerce insanı vahşice katletti ve büyük şehirleri bombardımana tuttu. Ayaklanma şiddet yoluyla bastırıldı, ancak Fransa Suriye'de uzun süre kalamadı.

II. Dünya Savaşı'nın ardından Fransa Suriye'den çekilmek zorunda kalınca, Suriye 1946 yılında bağımsızlığını ilan etti. Bağımsızlık sonrasında, yönetim Suriye'de liderlik yapan Sünni ailelerin yerine Nusayrilerin eline geçti, süreç içinde Suriye darbelerle sarsıldı. 1949 yılında başlayan darbeler dönemi 1970 yılında Hafız Esad'ın gerçekleştirdiği darbe ile son buldu.

Esad rejimi darbeleri sona erdirdi. Kendilerini "Sosyalist Halk Demokrasisi" olarak tanımlayan Hafız Esad yönetimi ülkede baskıcı bir yönetim kurdu.

Tüm siyasi partiler kapatıldı, Baas partisinin savunduğu “sosyalist” ideoloji dışındaki tüm görüşlerin savunulması yasaklandı. Tüm İslami hareketlere kısıtlamalar getirildi. Bu hareketlerin liderleri tutuklandı.

Uluslararası insan hakları örgütlerinin raporlarında Esad döneminde Suriye Müslümanlarının büyük baskı ve zulüm gördükleri, Müslüman kadınlara tecavüz edildiği, erkeklerin akıl almaz işkence yöntemlerine maruz bırakıldıkları anlatılmaktadır.

Hafız Esad'ın iktidara gelmesinden sonra Nusayriler, Suriye yönetiminde güçlü bir konuma geldiler. Bu durum ülkedeki Sünni grupların tepkisini çekmeye başladı. 1976'da başlayan Lübnan İç Savaşı'na saplanıp kalmış olan Suriye'nin zor durumundan faydalanmak isteyen

Sünni Müslüman Kardeşler örgütü bu durumu avantaja çevirmek istedi. Nusayri kökenli olan Hafız Esad'ın rejiminden hazzetmeyen Sünni Müslüman Kardeşler ülke çapında silahlı bir ayaklanmaya giriştiler. 1970'lerin sonlarından itibaren Suriye içinde sivil ve askeri hükümet

görevlileri, Hıristiyanlar ve altyapı tesislerini hedef alan gerilla savaşına giriştiler. Suriye hükümeti ise bu saldırılara işkence, toplu tutuklama ve katliam gibi sert baskılarla karşılık verdi.

Rejim aleyhtarı şiddet haziran 1979'da, Halep'teki bir topçu okulunda çoğu Nusayri olan 83 askeri öğrencinin öldürülmesi ve Ağustos-Kasım 1980 arasında Şam'da yüzlerce kişinin öldürüldüğü üç bombalı araba saldırısını da içeriyordu.

Hafız Esad yönetiminin saldırılara verdiği sert cevaplarla birlikte Müslüman Kardeşlerin intikam arzusu ve saldırganlığı daha da arttı. Olaylar, Şubat 1982'de muhafazakar Sünni kasabası Hama'da başlayan bir genel ayaklanmayla doruğa çıktı.

Hama, Halep’le Humus arasında Asi nehri vadisinde, nehrin iki yakasına yerleşmiş bir şehirdir. Kelime olarak “sıcak” anlamına gelir. Hama, Suriye'de politik İslam'ın güçlü olduğu, dolayısıyla bir muhalefet odağı olma özelliği taşıyan bir şehirdi.

İslamcılar ve diğer muhalif militanlar Hama’yı “kurtarılmış şehir” ilan ederek, Suriyelileri “kafir” olarak adlandırdıkları hükümet güçlerine karşı ayaklanmaya çağırdılar. Müslüman Kardeşler militanları Baas Partisi üyelerinin, hükümet ajanlarının ve rejim destekçilerinin evlerini barsak yaklaşık elli kişiyi öldürdüler.

Bu olay üzerine Suriye ordusu seferber edildi, Hafız Esad'ın kardeşi Rıfat Esad’ın özel kuvvetleri bölgeye gönderildi. Saldırı başlamadan önce şehrin teslim olması ve boşaltılması için son bir çağrıda bulunuldu. Saldırıya katılmayı reddeden askerler idam edildi. Uluslararası

Af Örgütüne göre piyadelerin ve tankların dar sokaklara rahatça girebilmesi için önce eski şehir merkezi havadan bombalandı, binalar tanklar tarafından yıkıldı. Eski şehir neredeyse tamamen yok edildi. Bazı iddialara göre Suriye ordusu yıkılmış binaların içinde saklanan

asileri öldürmek veya ortaya çıkarmak için zehirli gaz kullandı. Şehirdeki direnişin devam etmesi üzerine şehir büyük toplarla çevrilerek üç hafta boyunca bombalandı. 2 Şubat 1982'de Suriye ordusu geniş çaplı bir top saldırısının eşliğinde şehre saldırdı.

Sonra, askeri ve sivil güvenlik personeli Müslüman Kardeşler'in kalan son üyelerini ve sempatizanlarını bulmak için şehre dağıldı. Yakalanan şüpheliler işkence ve onu takip eden tplu idamlarla yüz yüze kaldı.

Bazı kaynaklar isyanın Esad rejimi tarafından iki yıl öncesinden kışkırtılmaya başlandığını, isyanın Müslüman Kardeşler’e saldırmak için bahane olduğunu söylüyor.

Bu katliamda oninlerce kişi öldü ve binlerce kişi yurtlarını terk ederek mülteci oldular. Aradan öyle çok uzun yıllar geçmedi aynı topraklar şimdi yine isyanla çalkalanıyor. Kabilin akıttığı kan yine akacak yol arıyor.

Peki şimdi ne olacak bu Arap Halklarının hali. Baskıcı rejimlere,diktatörlere boyun mu eğecekler? Peki başkaldırırken başka bir tuzağın içine düşebilirler mi?

Arabesk filmini hatırlar mısınız. Babasının zorla evlendirdiği adamdan kaçıp kurtulmak isteyen gelin yoldan geçen bir arabayı durdurur yardım ister. Onu arabaya alanlar ise geline yolda tecavüz ederler. Nerden mi aklıma geldi bu film, hiç… öylesine aklıma geldi işte.

Özgürlük herkesin hakkı. Ekmek su hava nasıl her insanın en doğal hakkıysa özgürlükte işte öyle. Hak olmaktan öte bir ihtiyaçtır özgürlüktür. Mutlak karşılanması gereken bir ihtiyaç. Yokluğuna ne kadar dayanılır, işte Arap halklarının dayandığı kadar… bu isyanlar ki özgürleştirsin halkları. Fırsatçı aç gözlü akbabaları unutmayalım, onlar ki her zaman

özgürlüğün düşmanıdır. Midenize girmiş ekmeği, düşünüze girmiş özgürlüğü çalarlar.

Ekmeğimizi ve özgürlüğümüzü korumak için örgütlü ve bilinçli hareket etmek gerek. Ama nasıl olacak?

Kardeşin kardeşe düşman olduğu toprakların kaderi değişmeyecek mi? Kardeşler hep düşman mı kalacak? Kabil’in akıttığı kan kurumalı artık. Birileri bu kadere isyan etsin, isyan edenler bu kaderi değiştirsin. Bu kaderi halkların isyanı değiştiremezse hiç kimse değiştiremez.


 
 
 

Commentaires


Featured Review
Daha sonra tekrar deneyin
Yayınlanan yazıları burada göreceksiniz.
Tag Cloud
bottom of page