Haydi Çal! Barak Havası Olsun
- filiztanya
- 19 Şub 2015
- 12 dakikada okunur
Anadolu’nun neresine gitseniz birbirinden farklı, birbirinden değerli halklar var, kültürler var. Dağlara sığınmış, ovalara vadilere yerleşmiş, kıyıları mesken tutmuş halkların kültürleri var.
Anadolu’nun mozaiği diyoruz, halkların kardeşliği diyoruz. Peki Anadolu’nun mozaiğini, halkların kültürlerini ne kadar tanıyoruz? Bu mozaiğin parçalarını oluşturanlar kim?, bu halklar kim?. Ne kadarının adlarını sayabiliyoruz? Ne kadarını tanıyoruz?
Halklarla yan yana gelmeden, kol kola girmeden tanımak, tanışmak zor. Kör bir biçimde yeme-içme, hoplamalı-zıplamalı “turistik” geziler yerine halklarla tanışan, onların tarihini, acılarını, mutluluklarını ,kavgalarını sorgulayan yolculuklara çıkmak gerek. Çünkü öyle bir çağda yaşıyoruz ki hepimiz birbirimize benzemeye başlıyoruz. Tek model insan tipi, tek model yaşam tipi hepimize dayatılan. Farklılıklar ötekileşmeye mahkum ediliyor.
Kaybolan meslekler, kaybolan gelenekler, kaybolan adetler, kaybolan ezgiler, derken kaybolan kültürleri de görmeye başlıyoruz. İnsanı kemiren merak bizleri de kemiriyor, Anadolu’da bilmediğimiz görmediğimiz yerlere gitmek farklı kültürleri tanımak ve tanıtmak için yön belirleyip düşüyoruz yollara.
Anadolu mozaiğinin en zengin parçalarından birini görmek, anlamak için Antep’teyiz.
Bu kez biraz da çevresini, kırsalını görmek üzere yola koyuluyoruz. Ünlü Barak ovasına gidiyoruz.
Birecik’ten başlayıp Fırat’ın aşağısı, Karkamış, Nizip, Oğuzeli arasına Barak Ovası deniyor. Buradaki Barak köylerinden birine konuk olacağız. Barak kültürünü tanımaya çalışacağız.
Yol boyunca büyük düzlüklerden, ovalardan geçiyoruz. Her yer fıstık ağaçlarıyla kaplı. Fıstık ağaçlarının yeşil dalları arasından kızarmış fıstık salkımları görünüyor. Ve isot tarlaları. Biberler kızarmış. Yeşil ve kırmızının da uyumu bir başka güzel görünüyor gözümüze. Yol kenarlarında tek katlı damsız evler, kimi çamurla sıvanmış. Küçük avlularında kış hazırlıkları yapılıyor. Biber kazanları kaynıyor. Kurutulacak sebzeler iplere diziliyor. Mor patlıcanlar, kızaran biberler, beyaz kabaklar, acurlar… renklerin kardeşliği aynı ipte buluşuyor.
Köye vardığımızda akşam olmak üzere. Güzel ve bakımlı bir evin önünde duruyoruz. Burası bize rehberlik edecek Bahattin Abi’nin evi. Kendisi ziraat teknisyeni olduğu için evinin avlusu diğer evlerinkinden hemen ayırt ediliyor. Bahçeyi değişik bitkiler ve ağaçlarla süslemiş. Çölün ortasında vaha gibi.
Ev sahipleri gelen konuklar için tatlı bir telaş içindeler. Bizse onları daha yakından tanımak istiyoruz. Evin verandasında oturan büyükannenin yanına gidip elini öpüyoruz sırayla. Dizinin dibine oturup masal dinlemeye hazırlanan çocuklar gibi diziliyoruz yere. Büyükanne dediysek öyle bildiğimiz pamuk ninelerden değil. Yüzü, gözleri, elleri kolları her yeri dövmelerle kaplı bir masal ninesi gibi.
Büyükanne bu köye Birecik’ten gelin gelmiş. Barak adetlerine göre her kız çocuğuna küçükken dövmeler yapılırmış. Sorduğumuzda: “Ben küçükken bunları anam yaptırdı. Benim yaşımdaki herkese yaptırılırdı. Köye Gurbatlar gelir onlar yapardı” diyor. “Acımıyor muydu” diye soran arkadaşıma gülüyor “Acımaz olur mu, bağırdım küfür ettim, kaçtım ama fayda etmedi” diyor.
Biz “Gurbat” ne demeden, büyükannenin kızı Ayşe başlıyor anlatmaya: “Gurbat diye gezgin abdallara deriz biz. Onlarda bizim gibi Horasan’dan göçmüşler. Köyden köye gezerler, çalgı çalar düğün yaparlar. Bizler de onlara un, bulgur ne isterlerse veririz. Dövmeleri de onlar yaparlar. Bir profesör geldi annemin dövmelerine baktı, inceledi. Kolundakiler Göktürk yazıtlarındaki harflerle aynıymış. Ne yazdığını da çözecekmiş”
Hepimiz şaşırıyoruz Baraklardan çok Büyükannenin dövmelerini merak etmeye başlıyoruz. Büyükanne anlatıyor: “ilk yaptıklarında yedi sekiz yaşındaydım, o zaman bütün kız çocuklarına yapılırdı.” Ellerinin üstündekileri göstererek “bunlar ceren, herkese yapılır, bu da barak mührüdür” diyor.
Barak mührü sol yüzük parmağının üstüne yapılırmış. Gözlerinin kenarına kadar dövmeler yapılmış. Ninenin dediğine göre kız çocuklarını erkek çocuklardan ayırmak için yapılırmış. Öyle bir seferde de bitmezmiş. Gurbatlar gelip gidip devam ederlermiş. Kız çocuklarda ayak bileklerine gerdana, hatta göğüs aralarına bile yapılırmış. Aslında erkek çocuklara da yapılıyormuş. Onlara üç nokta şeklinde yapılırmış.
Bu bölgede uzun süre inceleme yapan Ali Rıza Yalgın “Cenupta Türkmen Oymakları” adlı araştırmasında: Barak Aşiretleri 1000–1010 tarihleri arasında Feriz Beyin idaresi altında Orta Anadolu’dan sürülerek yerleştirilen seksen bin hanelik Türkmen’lerin bir oymağıdır” diyor.
Yapılan araştırmalar bunun dört bininin halk arasında abdal olarak bilinen çalgıcılar olduğunu söylüyor. Kırıkkale’nin Keskin ilçesinde yapılan araştırmalara göre yöredeki abdal çalgıcılar Barak Aşiretine mensup. Feriz Beyin çalgı takımının elamanları olduklarını ısrarla vurgularlarmış.
Barak tüylü köpek anlamına geliyor. Bazı kaynaklar buraya göçen Barak aşiretlerinin Horasan’da Şamanizm inancına sahipken totemlerinin köpek olduğu, bundan dolayı Barak adını aldıklarını da söylüyor.
Tüm bunlar anlatılırken Gabriel Marquez’in “Yüzyıllık Yalnızlık” adlı romanı gözümün önünden geçiyor. Orada da Çingenler vardı. Kasabaya yılda bir kez gelen, dünyadan yeni icatlardan haberler getiren.
Gurbatların belli yerleri yurtları yokmuş. O köyden bu köye göçer müzik yapar, halkın düğünlerini yapar giderlermiş. Ama şimdi onlar da yerleşik olmuşlar ve hala dövme yapıyorlarmış.
Büyükannenin dediğine göre ondan sonraki çocuklara dövme yapılmamış. Yani dövmeli kuşağın son temsilcilerinden kendisi. Ayşe bize açıklamalar yapıyor “Barak kızları için, burnu hızmalı, ayağı halhallı alnı dövmeli, denir” diyor. Gerçekten hepsinin burnunda delik var, büyükannenin burnunda bile. Arkadaşım “Ne güzel gelenek, ben burnumu deldirsem annem çok kızar, hele dövme yaptırmama asla izin vermez” diyor gülüyoruz hep birlikte.
Dövmelerin hepsi haki yeşiline çalan tek renk. Başka renkler yok. Nasıl yapıldıklarını sorduğumuzda oldukça ilginç bir cevap alıyoruz. Yedi tane iğneyi birbirine bağlayıp ateşte kızdırıyorlarmış. İğneleri ateşte is tutan kazanların siyah kurumlarına batırıp sonra hayvanların öd ve safra sularına batırıyorlarmış. Yöntem içimizi ürpertiyor.
Büyükanneye Barakların inancını, geleneklerini soruyoruz. “Biz sünniyiz diyor. Alevi Barakların da olduğunu söylüyoruz ama o ısrarla Barakların hiçbir zaman Alevi olmadıklarını, hep Sünni olduklarını söylüyor.
Biz sohbete dalmış gitmişken veranda bayağı kalabalıklaşmıştı. Komşular ve diğer arkadaşlarımız da gelmişti. Arkadaşlarımızdan biri “Barak havalarının ünlü olduğunu duyduk, bir tane söyleseniz de dinlesek” diyor. En gençlerinden komşu Songül’e istek yapıyoruz ama o da söylemiyor. Öyle herkes söyleyemezmiş bu havaları.
Bahçeden konuşmamızı duyan ninenin oğlu aynı zamanda bize rehberlik eden Bahattin abi; “durun ben size birisini bulup getireyim” diyor ve gidiyor. Ama yalnız dönüyor. Getireceği kişi pekmez yapıyormuş tavasının başından ayrılamazmış.
Barak köyünde mevsim kışa dönmeye başlayınca hazırlıklar başlarmış her yerde. Üzümler pekmeze, biberler domatesler salçaya, sebzeler kuruya, buğdaylar una bulgura, tarhanaya dönermiş.
Bahçede kurulan yemek masasında toplandığımızda, avlunun kapısında az önce sohbet ettiğimiz yan komşu Songül bana eliyle işaret ediyor. Yanına gidiyorum “akşam sizleri yatıya evlere alacağız, siz bana gelin size cibinlik kuracağım” diyor.
Masaya dönünce kızlar soruyorlar “ne oldu” diye. “Gece evlere dağıtılacakmışız, Songül de bizi kendi evine çağırdı, yan evmiş, cibinlik kuracakmış” diyorum. Hepimiz “bu cibinlik de ne ola ki acaba” der gibi bakıyoruz birbirimize.
Masada sohbet iyice koyulaşmıştı. Bahattin abi Baraklar’la ilgili bildiklerini anlatıyor.
Baraklar 15. yy. da Horasan bölgesinden İran ve Anadolu içlerine göç etmişler. Barak Türkmenleri Feriz Beyi kendilerine lider seçmişler. Feriz Beyin önderliğinde Anadolu’ya gelen Baraklar 16. yüzyılın başlarında Yozgat ve civarına yerleşmişler.
Bu göçü Barakların ünlü ozanı Dedemoğlu şöyle anlatıyor:
Kalktı sökün etti piri zadeler
Çan çalar mayalar bozlaşır gider
Arap ata binmiş gelinler kızlar
Onlar da hub dilinden söylenir gider
Katara çekerler mayanın hası
Bağrını hun etti çanının sesi
İkindi namazı göçün arkası
Onlar da birbirin gözleşir gider
Bizim beylerimiz düştüler yola
Ala gözlerine ben olam köle
Abbasi beşiği muaflar ile
Atlar da çöl deyi sızlaşır gider
Karardı geldi garibin pusu
Silindi kalmadı kalbimin pası
Türkmen kızları çektiler yası
Teze gelin kızlar ağlaşır gider
Yozgat’ta yaşayan Barak’ların devletle araları açılınca Antep’e bugün Barak Ovası denen yere sürülmüşler. Aslında bu sürgünün adı iskândır. Bu iskâna seksen dört bin hane katılmış.
Baraklarda sözlü edebiyat çok güçlüymüş, her şey şiirlere, türkülere söze dökülürmüş. Bu göçün hikayesini de Dedemoğlu yine söze dökmüş:
Kalktık Horasan’dan eyledik sökün
Düşürdüler bizi tozlu yollara
Omuzda parlıyor uzun şilfeler
Aşırdılar bizi karlı dağlara
Bölük bölük oldu yüklendi göçler
Atlandı ihtiyar yayandı gençler
Başımıza geldi gördüğüm düşler
Düşürdüler bizi gurbet ellere
Gâhî konduk gâhî göçtük yollarda
Bilip bilmediğim gurbet ellerde
Âlem dağlarında şu daz çöllerde
Bu halimiz destan olsun dillere
Toplandı aşiret geldik Culab’a
Seksen dört bin hane gelmez hesaba
Deve koyun çoktur insan kalaba
Susuz hayvan inileşir çöllere
Dedemoğlu der ki aşkın bağından
Aşırdılar bizi Yozgat dağından
Anadolu Sivas şehri sağından
Bizden sonra bir nam kalsın ellere
Baraklar Antep çevresine göçer göçmesine ama buradaki Kürtler ve Araplarla pek anlaşamamışlar. Anlaşmazlıklar günden güne büyüyünce ozan Dedemoğlu bir türküsünde: "Ömrümde sevmezdim Arap’ı Kürt’ü / Çekti çadırını karşıma kurdu" der.
Bu anlaşmazlıkların sonunda Feriz Bey daha fazla dayanamayıp oymağın yarısını alarak Horasan’a göç etmiş. Geride kalanların bir kısmı Antep çevresinde, diğerleri de Anadolu’nun çeşitli yörelerine dağılmışlar.
Bahattin abi hem araştırmacı hem de bilge biri. Barak’larla ilgili bir çok araştırmalar yapmış, hatta elinde aileden kalma bir el yazma kitap bile olduğunu söylüyor. Baraklarla ilgili yazılanlarda kimi yanlışlar olduğunu, her kaynağın güvenilir olmadığını söylüyor.
Bir yandan onu dinliyoruz öte yandan aklımız Barak havalarında. Bize “üzülmeyin yarın komşu köylere gideceğiz, mutlaka bir düğüne, derneğe rastlarız” diyor.
Bu arada Ayşe bizi ninesinin çeyiz sandığını göstermek için çağırıyor. Bütün kızlar toplanıp gidiyoruz. Sandıkta çok eski kıyafetler var, örtüler var, ipekler var. Ninenin gelinliğini çıkarıyor. Gelinlik dediysek bizim bildiklerimizden değil. Renkli bir üç etek, başına da Ahmediye denilen turuncu ipek bir örtü bağlıyor. Ayşe’nin dediğine göre Horasan’dan göçerken lider kişi bu örtüyü eline alıp “benden olanlar bu yana gelsin demiş” göçü öyle başlatmış. Bu örtü başa bağlandıktan sonra bir tüy takılıyormuş eskiden ama şimdi çiçek takıyorlarmış.
Eskiden Barak kadınları baş örtülerine Feriz Bey turnayı çok seviyor diye turna tiyeği takarlarmış. Sonra bu tavuk tiyeğine, tavuk tiyeği de zamanla yerini çiçeğe bırakmış. Adana Tarsus’taki tahtacı Türkmenler’i de başlarına Baraklar gibi tavuk tiyeği takıyorlarmış.
Aslında bu geleneklerin altında biraz şaman inancı yatmakta. Horasan’da yaşayan Baraklar Şamanizme inanıyorlar, Anadolu’ya geldiklerinde ise bir dönüşüm süreci başlıyor. Aşiretler alevi oluyor ama Barak Aleviler’ini Anadolu Aleviliği’nden ayıran bir çok farklılıklar var. Osmanlı döneminde Baraklar’a İslam’a geçmeleri baskı yapıyorlar. Bugün bir çoğu Sünni’leşmiş durumda.
Gece kalmak için sözleştiğimiz Songül’ün kapısını çalıp içeri girdiğimizde yataklar çoktan yapılmıştı. Evin avlusundaki biraz yüksekçe verandada serili yatakta annesi yatıyordu. Cibinliği de vardı.
Songül “Sizden önce çocuklu bir aile geldi, cibinliğin birini onlara kurdum, bir cibinlik kaldı” dedi. Biz üç kişiydik, nasıl olacak ki diye gülümserken evin damına çıkan merdivende pijamalarını giymiş bir çift arkadaşımızı daha gördük. Hınzırca gülümsüyorlardı.
Sonbahar olmasına rağmen burada geceler hala çok sıcaktı. Evlere akrep girdiğinden damda yatıyorlarmış. Bizde böylece cibinlik neden çok gerekli anlamış olduk. Yatak çoktu ama cibinlik tek kalmıştı. Aramızda anlaşma yaptık; Yere yan yana yataklar serip cibinliğimizi paylaşmaya karar verdik. Ama dam bizden önce kapılmıştı.
Bizden önce gelen aile küçük kızıyla yataklara serilmişti. Küçük kız biraz huzursuzdu. Ona gece yıldızların altında yatarsa, kayan kuyruklu yıldızlardan, yüzüne yıldız tozlarının düşeceğini söylüyorum. İnanıyor. Büyük bir rahatlıkla gözlerini kapıyor ve uyumaya başlıyor.
Pijamalarımızı giyip Songül’ün demlediği çayın başına oturuyoruz. Annesi de uyanıyor. Bu evde annesi babasıyla yaşıyor. Diğer tüm kardeşleri evlenip gitmişler. Annesi felç olduğu için o evlenmemiş ailesiyle kalmış.
Tek katlı, aslında betonarme olup dışı çamurla kaplı bir evleri var. O çamur sıvanın üzerinde eğer küçük delikler açılmışsa işte onlar akrep yuvalarıymış.
“Seni hiç akrep ısırdı mı” diye soruyoruz. Songül’ü fıstık toplarken ağacın altında dinlendiği sırada ısırmış. Annesi onu efsuncuya götürmüş. Efsuncu onun bacağından zehiri sağmış. “Efsuncu da nedir” diyoruz. “Onlar bilicidir, her şeyin nedenini, şifasını bilir” diyor. “Şifacı yani” dediğimizde, tepkiyle “hayır kendilerine böyle denmesine izin vermezler, kızarlar, para karşılığında yapmazlar” diyor. Neden doktora değil de efsuncuya gittiniz diye sorduğumuzda Songül, geçen yıllarda akrep sokan bir çocuğun hastaneye götürüldüğünü ancak bir türlü iyileşemediğini, sonra efsuncuya gidip iyileştiğini anlatıyor.
Biz de bu efsuncu işine meraklanıyoruz. Başka neler yapabilir acaba? Songül’ün anlattığına göre, insanın korkularını, kötü talihini, uğursuzlarını da alabiliyor. Tariflere bakılırsa panik atağı bile tedavi edebilir bu efsuncu. Biz öyle meraklanıyoruz ki “nerde yaşar bu efsuncular” diye soruveriyoruz. Niyetimizi anlayan Songül bu mahallede bir tane olduğunu söylüyor. Hemen “biz de gitsek” diyoruz. “sizin neyiniz var ki” diyor. Hakikaten bizim neyimiz var?” “meraktan geldik” mi diyeceğiz?. “Ben yılandan çok korkuyorum, dağlara, kırlara gidiyorum ama bazen önüme yılan çıkacak diye ödüm kopuyor” diyorum. Kızlar kıkırdıyor.
Yaşlı anne ikide bir” yatın artık” diyor. İlk kez damda yatacağımız için heyecanlıyız. Gecenin karanlığında dama çıkıyoruz. Yan cibinliğin altında uyuyan küçük kız ve ailesini uyandırmamak için parmaklarımızın ucuna basarak yukarı çıkıyoruz ama o da ne bir inek bağırması! Birden zıplıyorum, sanki yanımızda. Songül korkmayın diyor, hayvanları ağıla sokmuyoruz. Bu sıcakta onlar da dışarıda. Damdan aşağı baktığım da, bana bakan inekler ve koyunlar görüyorum.
Cibinliğimizin altına girip beş kişi yan yana dizildiğimizde hepimizi bir gülme alıyor. Evcilik oynuyor gibiyiz. Gökyüzünde çok güzel bir hilal parlıyor. Ben birden “arkadaşlar ben ışıkta uyuyamam, bu cibinlik ışık geçiriyor” diyorum. Arkadaşım “yalnızca ışık olsa ses de geçiriyor” deyince bu kez yatakta kız kıza fısıldanarak gülüşmeye ve söyleşmeye koyuluyoruz.
Evin tam yanında bir ağaç var. Dalları üstümüze değmiyor ama dallarında tünemiş kuşların fısıltıları duyuluyor. “Bu kuşlar kaçta uyur acaba” diye tartışırken yan taraftan sesler geliyor. Yan evin damında yatan arkadaşlarımız bunlar. Böyle bir yerde insanın özeli falan kalmıyor. Bir bakıyoruz ki damdan dama muhabbet ediyor herkes. Bir ev sahibi komşularına “ oralarda fazla yorgan var mı” diye sesleniyor. Belli ki kalanlara yorgan yetmemiş.
Ne zaman uykuya daldığımızı hatırlamıyorum ama daha gün ışımamışken bir horozun sesiyle uyanıyorum. Hava aydınlanmışken biraz daha uyumak için zorluyorum kendimi ama ne mümkün üstümü örten ağacın kuşları horozla yarışır gibi cıvıldaşmaya başlıyorlar. Horoz sesi, kuş cıvıltısı derken inekler de hareketleniyor ve günün ilk ışığı gözlerimizi kamaştırmaya başlıyor.
Arkadaşlarımı uyandırmamaya çalışıyorum ama o sırada yan cibinlikte yatan küçük kız uyanmış, annesine yüzünde yıldız tozlarının olup olmadığını soruyor. Annesi kızı ikna edemeyince söze karışıyorum. “ ama yıldız tozları gece görünür, şimdi görünmez ki” diyorum. Bu sefer bana kızıyor; gece yıldız tozları yağdığında onu niye uyandırmadım diye. Ne söylersem söyleyeyim kabahatliyim.
O sırada bizim cibinliğin ahalisi de uyanıyor, her uyanan “saat kaç” diye soruyor. Altı buçuk olduğunu duyan inanamıyor. Sanki güneş tepeye çıkmış öğlen olmuş.
Gece boyunca civarda bütün canlıların pıtırtılarını duymuştuk. Kimi horoza kızıyor, kimi ineklere, kimi yan damda yatanlara. Herkes birbirini uyandırıyor. Hayat burada erken başlıyor. Bizde buna uymalıydık.
Hep bir elden cibinlikler toplanıyor, yataklar kaldırılıyor, yorganlar havalandırılıyor. Aşağıya indiğimizde Songül ve annesi çoktan uyanmışlardı. Oturduk biraz daha sohbet ettik yatakları yüklüklere yerleştirdik.
“Efsuncuya gideceğiz vakit ayarlaması yapalım” diye konuşurken rehberimiz kahvaltımızı yapıp hiç oyalanmadan diğer köylere gideceğimizi söylüyor. Düğün varmış oraya gidecekmişiz. Biz yalvarsak da nafile program yapılmış.
Kahvaltıdan sonra yola koyuluyoruz. İlk vardığımız köy bir alevi köyü. Gittiğimiz köyde çok sıcak karşılılaşıyoruz. Köyde dağılıp dolaşmaya başlıyoruz. Evlerde hep Hazreti Ali resimleri var. Girdiğimiz evlerden birinde “burada cemevi de var mı “ diye soruyorum. “Bizde Cemevi olmaz. Biz evi geniş olanların evinde sırayla toplanırız. Bu ibadetlere de havuş denir” diye anlatıyorlar. Aslında inançları hala Şamanizm’den kalıntılar taşıyor. Bu yüzden Anadolu Aleviliği’nden farklılıkları var. Onlara Baraklar’ın inancı nedir diye sorduğumuz da onlar da Baraklar alevidir, Sünni değildir diyor.
Sokakta dolaşırken ayak bilekleri dövmeli yaşlı bir teyze görüyoruz. Fotoğrafını çekmek istiyoruz ama izin vermiyor. Bize kol bileklerini de gösteriyor orda da dövme vardı ama kol bileklerine bir arkadaşıyla ikisi heves edip Gurbatlar’dan gördükleri gibi kendileri yapmışlar. “O yüzden çok güzel olmadı” diyor.
Yaşlı bir adam bizi görüp evine çağırıyor. İçi ve dışı masmaviye badana edilmiş bir ev. Mavi renge akrep ve yılan gelmezmiş. Oturma odalarının duvarında boncuktan yapılma bir Şahmeran var. Biz “ne güzel” demeye kalmadan, “oğlum mahpusta yaptı gönderdi” diyor. Bir çek senet olayı yüzünden içeri düşmüş. “Bir türlü kurtaramadık oğlumu iki yaşlı insan bir başımıza kaldık, gücümüz bir şeye yetmez” diyor. Evde yaşlı teyzeyle ikisi varlar. Yemek üzeri gitmişiz, teyze yemek hazırlığında, bize de “kalın” diye ısrar ediyor ama gidilecek yollarımız olduğunu söylüyoruz. İkisinin de ellerinden öperek ayrılıyoruz oradan.
Yakın bir köyde düğün varmış. O köy ünlü Ezo Gelin’in köyüymüş. Ezo Gelin hikayesini bir çoğumuz bilir ama bir Barak Kızı olduğunu pek azımız biliriz.
Ezo çok güzel bir Barak kızıymış ve aynı köydeki bir başka delikanlıya berdel olmuş. Yani Ezo’nun evleneceği delikanlının Halası Ezo’nun erkek kardeşiyle evlenmiş. Bir bakıma karşılıkla kız değiştirme gibi bir şey. Evlenecek delikanlı sevdiği kızla evlenebilmek için verecek başlık parası olmadığında kendi ailesinden bir kızı evlenmek istediği kızın ailesinden bir delikanlıya evlenmesi için verir.
Ezo berdel olarak gittiği kocasını çok sevmiş. Mutlu yaşarken Ezo Gelin’in erkek kardeşi eşinden boşanmış. Töre gereği berdel olan bir çift boşanırsa diğeri de boşanmak zorunda. Çok acımasız, kadını da, erkeği de aşkı ve sevdayı da yok sayan bir töre bu. Ezo Gelin ve kocası töreye başkaldıramayıp razı olmuşlar kaderlerine.
Ezo gelin baba ocağına dönmüş. Altı yıl kimseyle evlenmemiş ama en sonunda ailesinin de baskısıyla Suriye’de yaşayan teyzesinin oğlunu ülkeye yerleşmeleri şartıyla kabul etmiş ve evlenmiş.
Suriye’de işler bir türlü yoluna girmemiş. Ezo Gelin memleketine hasret kalmış. Orada çoluk çocuğa karışmış ama memleket hasretinden ince hastalığa (verem) yakalanıp ölmüş. Vasiyeti köyüne gömülmekmiş o zaman ki koşullarda köyüne gömememişler. Ancak birkaç yıl önce mezarı köyüne getirilebilmiş. Bu gün köyünde onun adına yapılmış bir kültür evi bile var.
Ezo Gelin’in köyüne gittiğimizde düğün çoktan başlamıştı. Davullar, zurnalar çalıyor Barak Havaları söyleniyordu.
Baraklar’ın kendilerine has kültürleri var, bunun içinde sözlü edebiyat ve Barak havaları önemli bir yer tutuyor. Kültürlerine ait bilgileri bugünlere bu araçlarla ulaştırmışlar. Dedemoğlu, Kılınçoğlu, Hurşit, Garip ve Karacaoğlan ünlü Barak ozanlarından.
Barak kültüründe her türkünün bir hikâyesi var. Barak Aşiretinin hayatı bu türkülerin içinde. İskânı, konup göçmeyi, savaşı, mertliği, yiğitliği, acıyı, kederi, sevdayı, ölümü anlatır. Bu türküler ve hikâyeleri sözlü olarak nesilden nesile yazıya dökülmeden günümüze ulaşmış. Bir bakıma bu uzun havalar Barak Türkmenleri’nin yaşantılarının tanığı. Barakların tüm özellikleri bu türkülerle dile getirilmiş. Bu türkülerin yanık ve içli olmasının sebebi ise aşiretin sürekli konar-göçer olmasından kaynaklanmış. Acı ve keder konargöçerlerin hayatının bir parçası olmuş. Bir yerde tutunamamak, yurt edinememek, hep göçer olmak Baraklar’ın türkülerine böyle yansımış. Ayrıca Barak uzun havalarını davul zurna eşliğinde okumak gelenektenmiş.
Düğünde, geldiğimiz köyde gördüğümüz çeyiz sandığındaki turuncu örtülerden takılmıştı başlara, -horasandan göçerken elde sallanandan-. Başa sarılan bu örtülerin üstüne bir de çiçekler takılmıştı. Bu da çok eskilerden kalma bir gelenek. Bizde halaylarına katılıyoruz. Birlikte eğleniyoruz. Düğün evinin önünde büyük kazanlar kaynıyor yemekler pişiriliyor. Burası damat evi, birazdan kız almaya gidilecek. Ama biz kız almaya gidemiyoruz. Artık geri dönmemiz gerek.
Vakitlice yollara koyuluyoruz. Fıstık bahçelerinin içinden geçiyoruz. Tüm bahçelerde hummalı bir çalışma var. Fıstıklar olgunlaşmış, vaktinde toplamak gerek. Her ağacın başında insanlar var. Hemen arabamızı durduruyoruz. Kolay gelsin diyerek dalıyoruz bahçelere. Bizi neşeyle karşılıyorlar. Erkekler ağaçlardan fıstıkları topluyorlar, kadınlarsa toplananların içinden olgunlarını ve biraz daha ham olanlarını ayırıyorlar. İyice olgunlaşmışları pazara, biraz daha hamlarını kabuğundan ayrılması için fabrikaya gönderiyorlarmış.
Ağaçların altına büyük bir örtü seriyorlar. Alçak olan ağaçlara çıkmak çok kolay. Fıstıklar küçük salkımlar şeklinde. Alçak dalları yerden toplayıp üst dallar için ağaca çıkıyorlar. Ağacı biraz sallayınca olgunlaşmış olanlar yerdeki örtüye dökülüyor..
Üstümüzden kuş sürüleri geçiyor. Göç mevsimi başlamış olmalı. Kuşlara baktığımızı gören fıstık toplayanlar: “gökyüzüne bunlardan daha çok yakışanı yoktur, şu uçuşa bakın” diyor.
Kelaynaklar bunlar. Kış gelmeden sıcaklara Afrika’ya Mısıra doğru uçuyorlar. Göçmezlerse soğuğa yenilirler, yaşamak için göçmek zorundalar. Kuşların kaderi ne kadar benzer insanların kaderine; hep göçmek zorunda olmak. Göç yollarında kaybedilenler, yitirilenler.
Biraz ileride önümüze Fırat Suyu çıkıyor. Öyle büyük akıyor ki, “dur” desek, “bugün de akma” desek durur mu? Fırat, durmaz. Fırat akacak, denize kavuşacak, Kelaynaklar uçacak sıcağa kavuşacak ya bizler, biz insanlar?...
Hayatımda ilk kez bir fıstık ağacına çıktım, ilk kez damda yattım, ilk kez… Hayatta görecek, öğrenecek tadacak ne kadar çok şey var. Varlığından, acılarından, sevinçlerinden haberdar olmadığımız ne çok insan var. Tüm acıları, tüm sevinçleri bildiğimizi sanıyoruz ama daha tanıyacak ne çok insan var, ne çok kültür var. Giderek insanlık öyle bir hale geliyor ki emperyalist baskılarla tek kültür egemen olmaya başlıyor. Herkes herkesleşiyor.
Kültürler yok edilmeden, türküler yakılmadan koşup yazmak, anlatmak lazım. Bizim malımız, mülkümüz yok. Tek zenginliğimiz halklarımız. Halklarımızın kültürü.
Comments