top of page

İnsanlık Anıtı ve Kars Kenti

  • filiztanya
  • 28 Şub 2016
  • 12 dakikada okunur

Dünyanın en büyük uygarlıklarından geriye kalan nedir? Hiç dönüp baktınız mı eski şehir kalıntılarına, müzelere. Antik şehirler heykeller, sanat eserleriyle süslüdür. Onların en değerlileri de heykelleridir. Hemen alır müzelere koyarız. Korumaya çalışırız.

Nasıl yapmışlar diye hayranlıkla bakarız. Bir çok şehri heykelleriyle anarız. Rodos heykeli şimdi yoktur ama hiç görmediğimiz eserin görkemini hala anlatırız. Rodos’u heykeliyle anarız. Bir çok kent, ülke heykelleriyle anılır.

Peki ya şimdi, şimdi kentlerimizi, ülkemizi heykellerle donatıyor muyuz? Yoksa bu sanatın içine mi tükürüyoruz. Yoksa onlara “ucube” deyip yıkmaya mı kalkıyoruz.

Hatırlar mısınız birkaç yıl önce Taliban’ın Afganistan’da Buda kabartmalarını bombalayarak yıktığını.

Ve şimdi de Türkiye Cumhuriyetinin Başbakanı Mehmet Aksoy’un Kars’ta yaptığı heykel, “İnsanlık Anıtı”nı “ucube” diye nitelendirerek yıkılmasını istiyor. Neymiş efendim kendiside heykelden anlarmış, çevresindeki dokuya hiç yakışmıyormuş, bir “ucube” imiş.

Tüm bu olanları şaşkınlıkla izleyip o çevreyi ve dokuyu düşünürken iki yıl önce Kars’a yaptığım bir yolculuk geliyor aklıma. Gelin Kars’ı ve “ucube” heykelin çevresini birlikte gezelim. Olup biteni bu tarihin ve atmosferin ortasında bir kez daha düşünelim.

Uzun yollardan gelip, Uzundere’de güzel bir uyku çektikten sonra gecenin karanlığından kurtulduğumuz ilk saatlerde Kars’a gitmek üzere yola çıkmıştık. Uzundere’de yaşayan arkadaşımıza misafirdik onun Kars’ta iki günlük bir sempozyuma katılması gerektiği için evimizden kalkıp buraya gelmiştik. Uzun süredir Karsa gitmeyi planlıyorduk, bizim için doğunun buzlar ülkesinin başkenti, ayrılığın, kavuşmanın kenti, taşların, heykellerin kentiydi Kars. Bir taşla iki kuş vurmuştuk. Göle üzerinden Kars’a doğru yola çıktık. Vadilerden, kanyonlardan, dağlardan, platolardan geçiyorduk, Mayısın sonundaydık ama ağaçlar hala yapraklanmamış, daha kıştan yeni çıkıyordu doğa.

Bir dere kenarından giderken önümüze dev bir iş makinesi çıktı, yol genişletme çalışmaları için kayaları patlatıyorlarmış. Biraz beklemek zorunda kaldık, arkadaşımız anlattı “bu iki şeritli yol buraya yetiyor, bozuk yerlerini düzeltseler yetecek ama şerit sayısının artırmak için yolu genişletip doğayı mahvediyorlar, kayaları dinamitle patlatıp ağaçları kesiyorlar”. Etrafımıza bakınca biraz önce dere kenarından keyifle gelirken şimdi parçalanmış kayaların arasında kaldık, hak veriyoruz ona ihtiyacımız dışında her şeye açgözlülükle saldırıyoruz, doğayı müsrif bir şekilde kullanıyoruz.

Derenin kenarından dağlara doğru yükselmeye başladık, ufuk önümüzde bir çarşaf gibi çalıştıkça, keyfimiz yerine geliyordu. Hakim bir tepede durup etrafımıza baktık, her yer ayağımızın altındaydı. Yüksek dağ havası ciğerlerimizi yakıyordu. Uykulu halimizden eser kalmamıştı, her şeyden yüksektik, gökyüzüne daha yakınız hissine kapıldık. Karşıda karlı dağların zirveleri gözüküyordu, tek rakibimiz onlardı. Doğuya doğru yol aldıkça etrafımızda muhteşem dağlar görmeye başladık; solumuzda Yalnızçam Dağları, sağımızda Allahüekber Dağları, karşımızda görülen yer ise Posof ve Gürcistan dağları. Dağların arasında yolculuk ediyorduk. Dağcıların tutkusunu konuşurken dağcılık sporunun nasıl ortaya çıktığını anlattı arkadaşımız bize; eskiden insanlar tanrının gökte olduğuna inandıkları için ne kadar yükseğe çıkarlarsa tanrıya o kadar yaklaşacaklarını düşünmüşler ve çıktıkları dağ zirvelerine de dini semboller bırakmışlar, uzak doğuda hala bu inanışın uzantıları görülüyormuş, insanlar belli zamanlarda dağların zirvelerine kutsal yürüyüşler yapıyorlarmış. Biz de kendimizi o havaya kaptırdık. Yollar upuzun, sakin hatta ıssız, kendimizi başka bir dünyada bilinmeyene yolculuk yapıyormuş gibi hissediyorduk çünkü gerçekten gittiğimiz yeri hiç bilmiyorduk. Karşımıza ne çıkacak, doğa harikası bir yer mi, yoksa tarihi bir yer mi? Altımızdan kayan yol merakımızı daha da artırıyordu.

Artık denizden ortalama bin yedi yüz metre yükseklikteki yemyeşil çayırlarla kaplı büyük bir platodaydık, yolumuz az kalmıştı. Şehre girmeden arkadaşımızı şehrin biraz dışındaki üniversiteye bıraktık. O burada iki gün sürecek bir sempozyuma katılacaktı, arabasını da alarak ertesi gün gelip onu alacağımızı söyledik. Şehre girmek için yollar arıyorduk. Türkiye’nin batısından en doğusuna gelmiş şaşkınlar gibiydik. Arabayı kullanan arkadaşımız kızıyordu bize “etrafınıza bakacağınıza yollara bakın nerden gideceğiz”, biz de “şoför sensin yola sen bak” diyerek biz etrafa bakınmaya devam ediyorduk. Şehre girdiğimizi düşündüğümüz bir yerde arabayı bıraktık. Kahvaltı etmek üzere bir pastaneye girdik. Nereye gideceğiz, nerden gideceğiz diye panik yapmış olan arkadaşımız pastanede yan masaya kulak misafiri olmuş ve öğretmen olduklarını anladığında onların masalarına dahil olmuştu bile. Yan masadan güzel bir gezi planı alarak dönen arkadaşımız artık liderliği eline almış görünüyordu.

Doğal koşullarının uygunluğu, askerî ve ticarî önemi nedeniyle tarih boyunca yoğun bir yerleşmeye sahip olan Kars şehri, askerî bir kale olarak 1750 metre yüksekliğindeki plato üzerine kurulmuş.

1877 yılında başlayan Osmanlı-Rus Savaşı (93 Harbi), Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilgisiyle sonuçlanınca, 3 Mart 1878 yılında Ruslarla Ayastefanos Antlaşması imzalanarak Kars, Batum ve Ardahan onlara bırakılmış. 1917 yılında Çarlık Rusyası dağılınca 3 Mart 1918 yılında Ruslarla imzalanan Brest-Litowsk Antlaşması ile Kars, Ardahan ve Batum tekrar Osmanlı topraklarına katılmış. Ancak 1918 yılında Osmanlı topraklarının İtilaf Devletleri tarafından istilâsı sırasında, Kars, Ardahan ve Batum’u, 1921 yılına kadar Ermeniler ve Gürcüler kontrolleri altında tutmuşlar. Ruslarla 16 Mart 1921’de Moskova’da, 13 Ekim 1921’de Kars’ta yapılan antlaşmalarla, Türkiye-Rusya sınırı çizilmiş, Kars ve çevresi Türkiye Cumhuriyeti topraklarına katılmış.

1878 den 1918 yılına kadar Rus idaresinde kalan Kars Şehrinin her yerinde Rus izlerini görmek mümkün. Ruslar Karsı ele geçirdikten sonra Portekizli bir mimar getirip şehri yeniden inşa etmişler. Şehir ızgara modelinde planlanmış, oldukça geniş sokaklar, aynı hizada evler oldukça modern ve her sokak başında heykeller görüyorduk. Birbirine karıştırdığımız sokakları köşelerindeki heykellerden ayırmaya çalışıyoruz; aslanlı, havuzdaki üç kadın, üzüm salkımı taşıyan kadın olan sokak diyerek. Küçük süs havuzları ve heykelleri, sokakları ve binalarıyla gerçekten etkileyici bir şehir. Bir müzenin içinde gezer gibiydik. Elimizdeki gezi kitapçığına baktığımızda ve yan masadan gelen tavsiyelere göre kaleye gitmemiz gerekiyordu. Akşam güneşini de Ani’ de batırmak istiyorduk.

Kale içine vardığımızda iki çocuk “abla anlatalım mı, abi anlatalım mı para istemiyoruz” diye etrafımızı sardı, “hadi anlatın” dedik, büyük olan küçüğüne “ben anlatacağım sen dinle” diyor. Bizi Kale içinin en önemli eserlerden biri olan Havariler Kilisesine götürdüler hızla ezberlemiş oldukları bir metni anlattılar. Daha sonra fark ettik ki elimizdeki tanıtım kitapçığından ezberlemişler. Kilise Bagratlı Krallığı döneminden kalan şehirdeki Ermeni kiliselerinden birisiydi. Kilisenin bulunduğu alandan karşımızda duran Kars kalesine baktık. Arkadaşlarıma “bakın buraya çıkmamız gerek bir arkadaşıma Kars kalesinde fotoğraf çektireceğim diye söz verdim” dedim. Onlar başka bir yere bakıyorlardı, Kars kalesinin tam karşısında duran tepede oldukça büyük bir heykel vardı, hayır iki tane yani karşılıklı durmuş iki kişi gibi, “bence kadın ve erkek aşkı temsil ediyorlar” dedim. Arkadaşlarım güldü, çocuklar lafa atıldılar hemen- rehberimiz onlar ya- “onlar Habil’le Kabil, iyiliği ve kötülüğü simgeliyorlar, iyilik kötülüğü yensin diye, her yerden görünsün diye de bu kadar kocaman yapıldı, tam otuzbeş metre” dediler. “Hadi kaleye çıkalım oradan daha iyi görebiliriz” dedim.

Kars Kalesine meşakatli bir yokuştan çıkmaya başladık. Yukarı çıktığımızda gördük ki çok iyi korunmuş bir kale ve oldukça büyük. Yemyeşil çimlerinde uzanıp dinlendik gökyüzünün keyfini çıkardık. Kalenin en yüksek noktasına çıktığımızda şehri tamamen görebiliyorduk, gezdiğimiz yerleri oradan görüp, gezeceğimiz yerleri de oradan planladık. Durduğumuz yerden heykeli daha iyi görebiliyorduk. Tam karşımızdaki tepede şimdi karşı karşıyaydık. Kocaman bir heykel Mısır’daki dev heykelleri anımsatıyordu, yoo hayır Paskalya Adasının Devlerini, hayır hayır bunlar yüzyüze dönmüş kadınla erkek aşkın heykeli… heykele hala uzaktayız tam anlaşılmıyor, yanına gitsek belki bir bilgi, tabelaya ulaşabilirdik.

Heykelin bulunduğu tepeye giden bir yol olduğunu gördük. Aracı kullanan arkadaşa o yoldan çıkabilir misin diye sorduk, çok dik olduğunu ama aracımızın çıkabileceğini söyledi. Kaleden gördüğümüz yerlere gidebilmek için iniş yoluna geçtik. Arabamızla heykelin bulunduğu tepeye çıktık. Şimdi de tam kaleyle karşı karşıya, şehre hakim bir tepenin üzerindeydik. Heykelin yanına geldiğimizde kendimizi bir nokta gibi hissettik ama heykel henüz tamamlanmamıştı, bir eli yerde duruyordu. İleri de çocuklarımızla yada torunlarımızla bu heykeli tekrar ziyaret ettiğimizde bu heykel yapılmadan önce o yukarıdaki elin içine oturmuştuk diyebilmek için yerdeki elin avucuna oturduk, iki kişinin bir avucun içine sığdığına göre büyüklüğünü artık siz düşünün.

Etrafta heykelle ilgili bir tabela yoktu ama çok büyük bir projenin ürünü olduğu belliydi. Habil ve Kabil olduğunu iyiliği ve kötülüğü temsil ettiğini düşünerek baktık. Bu coğrafyada çok anlamlıydı; Habil ve Kabil… bu topraklar iyiliği de görmüştü kötülüğü de, kardeşliği de görmüştü düşmanlığı da ve çok kan akmıştı derelerinden, ve Habil’le Kabildi ilk kanı akıtan bu yüzden çok anlamlı olduğunu düşündük.

Yolculuktan döndükten sonra bir televizyon programında heykeli vareden heykeltıraş Mehmet Aksoy’u izledim. Bu heykeli altı yılda yapmış. Heykelin yapıldığı yerin mekansal olarak önemli yer olduğunu, Kars Kalesinin savaşı temsil eden bir yapı olduğunu ve tam bu yapını karşısında kaleyi kapatmayacak, gölgelemeyecek savaş karşıtı bir eser yapmak istediğini, orasının savaş görmüş bir yer olduğunu ve bu heykeli Ermenistan’da yapılan soykırım anıtına karşı “İnsanlık Anıtı” olarak yaptığını, her insanın yaşamaya hakkı var diye yaptığını söylüyordu. Otuz beş metre yükseklikteki heykel aslında tek bir insanmış, bu heykelde insanın insana düşman edilmesi anlatılmak istenmiş.

Programı izledikten sonra çocukların Habil ve Kabil benzetmesi ile Heykeltıraşın anlatmak istediklerini düşündüm, insanın insana düşman edilmesini anlatmak isteyen sanatçıya sokaktan Habil ve Kabil benzetmesi… Bir eser nasıl daha başarılı olabilir? Aklımdan bunları geçirirken Mehmet Aksoy’a telefon ettim. Bir yandan da tedirginim, nasıl birisi çıkacak karşıma, “ee niye aradın mı diyecek”, derken telefonu açan Mehmet Bey’e bu hikayeyi anlattım, önce güldü, dev ve gür bir sesi vardı ama sesin büyüklüğü altında bir o kadar da mütevazi bir yanı vardı. Bir toplantıda Habil’le Kabilden bahsettiğini söylüyor ama heykelin henüz tamamlanmadığını, o yerdeki elin kaldırılarak yerine takılacağını, diğerinin omzuna dokunacağını, ve bir gözyaşı olacağını söylüyor. Son günlerde heykel konusunda işlerin iyiye gitmediğini, kaldırılmak istendiğini, sit alanına yapıldı gibi nedenler ileri sürdüklerini fakat tüm izinlerin yapımına başlanmadan önce alındığını, AKP politikalarının heykellere ve sanata olan tavrının buna neden olduğunu, her şeye rağmen heykellerini yıkamayacaklarını söyledi.

Kars’tan döndükten sonra gazetelerde Başbakanın Karsı ziyareti öncesinde belediye önündeki heykellerin kaldırıldığını okuduğumda da çok üzülmüştüm. Karsta Türkiye’nin en büyük heykeli yapılıyor, Ermenistan’dan bile görülebilecek bir heykel ve adı “İnsanlık Anıtı” insanın insana düşman edilmesini eleştiren bir heykel, halkın Habil ve Kabili, Habil’le Kabilin gözyaşı akıttığı bir anıt, ve biz bunu kaldırmak istiyorduk. Bunu anlamak mümkün değil.

Oradan ayrılıp Ani’ye gitmek üzere yola çıktık. Alışveriş ettiğimiz bir dükkanda “Ani’ye nasıl gideriz” diye sorduk, dükkan sahibi “Anı” diye düzeltip vurgu yaparak bize yol tarifi yaptı, pek anlamasak da fazla ısrar etmeyerek yolda nasıl olsa birilerine daha sorarız diyerek yola düştük. Şehirde biraz kaybolduktan sonra yolda bir kere daha sorup aynı düzeltmeyle, yeni tarifle Anı Harabeleri yazan tabelaya ulaştık. Şehirde gizli bir sözleşme vardı sanki, kimse Ermeni kelimesini ve onlara ait kelimeleri telaffuz etmiyordu, sanki hiç olmamışlar, burada hiç yaşamamışlar gibi tabelalar bile inkar ediyordu adeta.

Yola aç çıkmıştık, nasıl olsa Ani’de bir şeyler bulup yeriz diye düşündük, dümdüz yemyeşil platoların içinden geçen bir yoldan gidiyorduk ve uzakta Ani’nin görkemli şehir surları görünmeye başlamıştı. Haritaya baktığımızda orada bir köy görünüyordu ama gittiğimizde köyün kendi halinde bir köy olduğunu, gelen giden turistler için yiyecek içecek hiçbir yerin olmadığını gördük. Çok güzel bir mevsim olmasına rağmen ziyaretçi sayısı oldukça azdı ama surları geçip Ani şehrinin içine girdiğimizde karşılaştığımız muhteşem manzara bize “iyi ki kimse yok burası bir cennet, tam kafa dinlenilecek yer” dedirtti.

Ani Harabeleri Kars'a kırk sekiz km. uzaklıkta, Ocaklı Köyü yakınında, Türkiye-Ermenistan sınırında Arpaçay nehri kenarında bulunan kentin kuruluşunun M.Ö. 350-300 yıllarına dayandığı tahmin ediliyor. Ani, Hıristiyan Ermeni inanışına göre kutsal sayılıyor. Şehirde, Selçuklu eserleri ile kiliseler yan yana hatta iç içe duruyor. Adını İran, Eti ve Roma tanrılarından aldığı söyleniyor. Milattan önce bir kale kenti olarak kurulan Ani, 10. yüzyılda Bagratoğulları sülalesinden Ermeni hükümdarlara başkentlik yapmış. Kendisini zapteden kavimler tarafından defalarca yenilenmiş ve askeri amaçla kullanılmış olan kent, 1064 yılına kadar Bizans’ın yönetiminde kalmış ve bu tarihte Selçuklular’ın eline geçmiş. Konumu açısından İpek Yolu geçişinde olması ticari ve askeri bakımdan önemini bir kat daha artırmış. Şehir defalarca görmüş olduğu saldırılar ve depremlerden dolayı bugün harabe haline gelmiş. Kentin merkezindeki Ani Katedrali en büyük eserlerden birisi.

Şehrin görkemli surları ilk defa 972'de yapılmış, 977-990 yıllarında doğu surları eklenerek, güçlendirilmiş, 12. yy.da Selçuklular tarafından hastane olarak kullanılan Ejderha Kulesi Anadolu'nun en eski hastanelerindendir. Şehir surları, sekiz kadar kilise ve bir cami Anide hala ayakta duran eserlerdendir. Şehrin iki yanı Arpaçay Kanyonu ile çevrili Kanyonun karşısı Ermenistan. O kadar yakın ki Kanyonun karşı duvarında birisi olsa birbirimize seslenebileceğiz. Arpaçay kanyonu da oldukça güzel bir kanyon aşağıya inip kanyonda yürümek, dereye girmek istiyorsunuz lakin sınırlar buna izin vermiyor, tel örgüler çevirmiş her yanımızı. Gelebildiğimiz son nokta Ani, ileriye geçmek yasak, görebiliyoruz ama gidemiyoruz, sınırlar bize engel.

1064 yılında Büyük Selçuklu Sultanı Alparslan komutasındaki Selçuklu ordusu, Bizans yönetiminde bulunan ve kaynaklarda “asla zapt edilemez” denilen Ani’yi kuşatmış, Bizans İmparatorluğu’na bağlı generaller Bagrat ve Krikor tarafından savunulan şehir, sultanın başarılı savaş taktiğiyle Selçuklular tarafından ele geçirilmiş, Ani’nin yıkılan surları ve yapıları onarılmış, saray, cami, kervansaray ve suyolları gibi yeni yapılar inşa ettirmiş. Böylece şehir eski canlı ticarî hayatına kavuşmuş, hem Müslüman hem de Hıristiyanların rahat yaşadıkları bir kent olmuş.

Türklerin Bizanslıları Malazgirt’te yenmesinden sonra bölgedeki Bizans İmparatorluğu’na hizmet eden Ermeni aristokratlar batıya göç etmiştir. Sivas’tan Antakya’ya kadar olan bölgeye yerleşen Ermeniler, zamanla Kilikya’ya yayılmaya başlamışlar. Ani, 1605 yılında meydana gelen sekiz şiddetindeki depremden sonra artık oturulamayacak hâle gelmiş ve tamamen terk edilmiş.

Bugün Ani’de hayvanlar otluyor ama eserler bunca yıkıma rağmen hala çok görkemli, çok etkilendik, mevsiminden dolayı her yer yemyeşil, İskoçya düzlüklerini andırıyor ama biz burasının daha güzel olduğu görüşünde birleşip ve akşam güneşinin batışını da Ani’den izlemeye karar verdik. Daha buna karar verir vermez Ahmet’in çimlerin üzerine kendini yerleştirdiğini görüyoruz, daha aşağıda tam kanyonun dibinde sınırda görülmesi gereken bir manastır daha var desek de onu ikna edemedik. “ben keyfime bakacağım burası çok güzel” diyerek sırtını toprağa yüzünü göğe döndü. Biz iki kız kanyona inen dik yokuşun başına gittiğimizde üç kişi daha gördük. Antalya’dan gelmişler, turist rehberiymişler, “bizde ineceğiz, birlikte inelim” diyorlar takıldık peşlerine, bize yolda Ani’yle ilgili bir sürü bilgi verdiler. Aşağıya indiğimizde o yokuşa değdiğini gördük, artık derenin kenarındaydık, teller hemen yanımızdaydı arkadaşım ve ben hadi atlayalım üzerinden deyince üçü birden atladı “aman sakın” diye, biz ısrarla “ama asker falan yok ki ortada ne olacak” diye ısrarımızı sürdürüyorduk, ne olacak ki her yer aynı yeşil, aynı topraktı. Bir süre sonra şaka yaptığımızı anlayınca hep beraber güldük halimize ve dedik ki beş dakikalık yol arkadaşlığı bile insanları birbirinden sorumlu kılıyormuş demek. O derenin dibinde durup Arpaçay’ın üzerinde duran -artık duramayan- yıkık köprüye baktığımız da Hasankeyf’e benzettim, bir tek ayakları kalmış bir köprü. Bir ayağı Türkiye’de bir ayağı Ermenistan’da. Kim bilir yüzyıllar boyunca o köprüden kimler geçti, kimleri birbirine bağladı. İpek yolunun en önemli ticaret şehirlerinden biriymiş Ani ve bu köprü eğer ayakta kalabilseymiş iki ülkeyi birbirine bağlayacakmış ama izin vermemişler. Nasılsa bugün Ermeni ve Türk dostluğuna engeller konuluyorsa, birbirimizden özür dilememize bile izin verilmiyorsa, bu köprüye de izin verilmemiş, bir köprü olamamış bu topraklarda. Arpaçay ayırmış gitmiş bizleri, yollar var dostluk kurulacak, yeniden birbirimize çiçek tutabilecek ellerimiz var lakin sınırlar olmasa…

Beş dakikada indiğimiz yokuşu geriye çıkmak oldukça zor oldu. Yukarı çıktığımızda ise arkadaşımızı göremedik. Antalyalı arkadaşlarımız bize güldü, terk edildiniz galiba diyerek. Hep birlikte Ahmet’i aramaya başladık. İleride ki caminin yüz yirmi metre uzunluğundaki minaresinin tepesinde görüyoruz onu, bize iki eliyle işaret yapıyordu ama karınca gibi görüldüğünden bir şey anlamadık. Minarenin ürkütücü, daracık ve karanlık merdivenlerinden –hatta yer yer yıkılmış, olmayan basamaklarından- yukarı çıktığımızda bize gelmeyin diye işaret yaptığını anladık ama geç olmuştu. Yukarı çıktığımızda onun da bir fotoğrafçıyla birlikte geldiğini gördük. Aninin yedi ziyaretçisi hep beraber minarenin tepesinde Ani fotoğrafı çektirdik. Herkes hikayesini anlattı niye buraya geldiğini. Muhteşemdi aşağıya inmek istemiyorduk. Tüm Ermeni ve Türkiye coğrafyasını kuşbakışı görebiliyorduk. Sözler anlamsız kalıyordu orada. Aşağıya indiğimizde çobanlarla karşılaştık bize hikayeler anlattılar bu şehir böyle sakin gibi görünse de geceleri tüm ışıklarını yakıp yaşıyormuş, hayat devam ediyormuş. Büyükleri öyle anlatıyormuş. Gündüz neden ürker de geceleri yaşamak ister bir şehir? Artık kelimeler yetersiz. Ayrılıyoruz Ani’den son bir kez dönüp bakıyoruz, güneşin kızıllığında ne kadar da mükemmel.

Ertesi sabah otelden ayrılışımızı yapıp Üniversitede sempozyumda kalan arkadaşımızı arayıp araba ile daha ne kadar süremiz olduğunu sorup birkaç saat daha vaktimiz olduğunu öğrendiğimizde çok sevindik. Kendimizi şehrin sokaklarına attık yeniden.

Ruslar bu şehri bir askeri karargah olarak kurmuşlar, binaların bir çoğu bakımlı ve hala kullanılıyor. Hatta bir tanesinin bakımının bile yapıldığını gördük; adamın biri eski bir Rus yapısı olan dükkanını boyuyordu ve birkaç yaşlı amca onu izliyordu. Bizde izleyiciler kısmına geçtiğimizde olayı anladık; adam binayı önce sarı laciverte boyamış, boyadığı bina taş bina, yani kendi doğal rengi var -mış-, yerel bir Tv ekibi gelip “bu tarihi binayı nasıl böyle boyayıp orijinalliğini bozarsın” diye haber yapmış. Çok tepki alan dükkan sahibi de doğal kiremit rengine boyayarak yaptığı işi düzeltmeye çalışıyordu. Ama doğal kiremit rengi dediği de turuncu, tam portakal turuncusu. Orda duran amcalarda buna karşı çıkıyorlarmış ama adam yarılamış bile duvarı. Bize “biz söylüyoruz dinlemiyor bari siz söyleyin bu renkte çok çirkindir” diyor seyreden amcalar.

Bizde söylüyoruz ama fayda etmiyor, amcalardan biriyle yürümeye başlıyoruz, “bu binaları aha böyle rezil ediyorlar, nesi vardı da binanın böyle boyadı, dinletmedik sözümüzü” diyor biraz karşılıklı dertleşiyoruz. Bize “buyurun çay içelim” diyor, “çok yolumuz var başka zaman” diyoruz “misafirsiniz ondan sebep, içirmezsek ayıptır” diyor. İnsanların duyarlılığına, misafirperverliğine hayran kalıyoruz ama yolumuz var daha gidilecek diyerek ayrıldık oradan.

Son birkaç durağımız vardı gidilecek, eski tren istasyonu ve müze. Yeni istasyonla eskisini karşılaştırdığımızda bu ülkedeki mimarlar nerelerde işlendirilirde yeniler bu kadar mimariden uzak kalır demekten alamadık kendimizi. Kars Müzesini gezdiğimizde bir çok kültüre ev sahipliği yapmış, tarihi bu kadar eskilere dayanan bu şehre bu müzeyi yakıştıramadım. Müze kentin tarihi ve kültürü hakkında tam bir bilgi ve fikir vermekten çok uzaktı. Eğer Kars’a yolunuz düşecekse bilgilerinizi kuşanın öyle gelin.

Dünden bugüne bir zaman yolculuğu yaptık. Savaşlar, göçler, barışlar görmüş topraklardaydık. Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un da dediği gibi, her insanın yaşamaya hakkı var ama insanın insana düşman edilmesi burada öyle iyi anlaşılıyor ki; insanların ermeni kelimesini ağızlarına almaktan kaçınması, yılların Ani Harabelerini “Anı” diye telaffuz edip tabelalara yazmaları, sınırların kapatılması... Birbirimize insanlık anıtları yapacakken, soykırım anıtları dikmek, yapılan insanlık anıtlarını kaldırmaya çalışmak… tüm bunlar kafamızda başı boş uçuşuyordu, hiçbir yere koyamıyorduk. İnsanların yıllar boyu dostluk ve kardeşlik içinde yaşadıkları tarihin en görkemli şehirlerinden Ani’ye dönüyoruz yüzümüzü, bir zamanlar sokaklarında insanların şen seslerinin yankılandığı, tacirlerin gelip konakladığı, ermeni krallığının eski başşehrine, yöre halkının bu şehrin geceleri ışıkları yanıp yaşadığına inandığı gibi, biz de bu şehrin bu coğrafyanın bir gün eski günlerindeki gibi dostluk ve kardeşlik içinde yaşanılacak bir yer olacağına inanıyorduk.

Artık ayrılma zamanı, yol burada bitiyordu ilerisi sınır ötesi, istesek de karşıya gitmemiz zor, onların da buraya gelmesi… bir zamanlar hep birlikte yaşanılan topraklar şimdi böğründen yaralanmış, parçalara ayrılmış. Kenarında durunca karşısı çok yakın uzansak tutunacağız, tutsak bırakmayacağız birbirimizi ama aramızda her şey engel, gönlümüzü bırakıp, gövdemizi götürüyoruz sınırların arasına tutsak ediyoruz. Ani’den Kars kalesinden, Rus yapılarına… Habil ve Kabilden, insanlık anıtına… Bir yol olmalı, bir yol olmalı bizi insanlığın, kardeşliğin ülkesine götürecek…

İki yıl önce 2009 yılında Kars şehrine yaptığım geziden kalanlar bunlar. İki yıl geçti ne değişti? Umutlarımız yol olacaktı ama önümüzü Vandallar kesiyor. Ani’den Ermenistan’a bir yol olmalı, Habil’le Kabil’den İnsanlık Anıtı’na bir yol olmalı. Burada yaşanan bir sanat eseri düşmanlığından farklı bir şey. Bu ince ayrıntıyı kaçırmamak gerek. Onun yaratacağı etkilerden korkan bir anlayışın ürünü bu. Düşünsenize bu İnsanlık Anıt’ı, Habil’le Kabil’den bugüne bir yol olursa? Kardeşin kardeşe düşmanlığını bitirirse, Ani’den Ermenistan’a bir yol olursa? Bir düşünsenize…..


 
 
 

Comments


Featured Review
Daha sonra tekrar deneyin
Yayınlanan yazıları burada göreceksiniz.
Tag Cloud
bottom of page